21/03/2024
Röprotaj: Sümeyye Sena Açıkel
“Başka savaş bölgelerinde de yaşadım, ama İsrail gibi kötüsünü görmedim..”
Akademik hayatına ilk olarak Marmara Üniversitesi sınıf öğretmenliği bölümünde başlayan Elif Yıldırım, ardından Romanya ve İsrail’de proje eğitim faaliyetlerinde katılımcı olarak yer aldı. Yurtdışındaki meslek hayatına Irak’ın Bağdat kentinde üç yıl boyunca Maarif Vakfı Türk okulunda öğretmenlik yaparak atıldı ve daha sonra bir sene boyunca bu görevine Kerkük’te devam etti. Şu anda aynı kurumun Kamerun’daki okulunda müdür olarak çalışmalarını sürdürüyor. Biz bu röportajımda kendisiyle; İsrail’de yaşam, bölge insanlarının birbirleriyle olan ilişkileri ve bölgede yabancı olmanın nasıl hissettirdiği üzerine birçok detayı konuştuk.
-Hangi tarihler arasında İsrail’de eğitim gördün ve bu eğitimi İsrail’de almaktaki motivasyonun neydi?
Elif Yıldırım: 2018 yılı Şubat-Haziran aralığında Arava Enstitüsü’nde çevre bilimi üzerine öğrencilik yaptım. Onun öncesinde bu programa başvurmadan önce Romanya’daydım ve program başvurumu oradan yaptım. Benim için o coğrafyada olmak önemliydi, eğitimin ne olduğu önemli değildi. Romanya’da Hıristiyanları tanıdıktan sonra dünyayı ve kendimi daha yakından tanımak adına İsrail’e gitmeyi kaçırılmaz bir fırsat olarak gördüm. Bu şekilde gittim.
-Neden İsrail? Birçok başka yere gidebilecekken özellikle İsrail olmasının gerekçesini biraz daha açar mısın?
Elif Yıldırım: Romanya’da bulunduğum süre içerisinde başörtülü olmam itibariyle buraya çektikleri dikkat benim de dikkatimi oraya yoğunlaştırdı. Romanya’dan önce yaşadığım yer farklı kültürlerin olmadığı bir yerdi. Romanya süreci kendi kimliğimi de ifadelendirdiğim bir süreç oldu benim için. Müslümanların dünya meseleleriyle daha fazla ilgilenmesi gerektiğini düşündüğüm, bu anlamda ilk tohumların atıldığı zamanlardı benim için. Benim için aynı eğitimin ABD’de olması önemli değildi. Eğitim için değil, eğitim İsrail’de olduğu için gittim.
-Romanya’ya neden gittin?
Elif Yıldırım: Üniversiteden sonra zaten yurtdışı tecrübesi yaşamak istiyordum. Bunun sebebi de “Kimmiş bu diğerleri?” sorusuna cevap aramaktı benim için. Birçok AB projesine başvuruyordum. Neticesinde kabul geldi. Üniversite mezuniyetimden bir ay sonra Romanya’daydım. Tabii kendi mahallenden çıkma sürecin pek kolay olmuyor. Herkes kalıplarının dışına çıkmak için bir mücadele veriyor. Benim mücadelem de anneme bunun izahatini vermekti ve onu verdikten sonra zor da olsa Romanya macerası başladı.
-İsrail’de eğitim alabilmek için kabul süreci nasıl ilerliyor?
Elif Yıldırım: Romanya’dayken Avrupa’nın çeşitli yerlerinden gelen gençlerle birlikte aynı ortamdaydık. Bunların arasından bir tanesi aracılığı ile ben bu eğitim programından haberdar oldum. Ardından benim eğitim aldığım enstitünün imkanlarını da kullanarak başvuru yaptım. Ben başvuru yaparken bu arkadaşım onları benden haberdar etmişti. Çünkü Arava Enstitüsü’nün de amacı aslında büyük çoğunluğu Amerikalı Yahudiler olmak üzere vadedilmiş topraklarla ilgili gençlerin bi araya gelip burası hakkında bir çevre bilinci edinip aynı zamanda bölgesel dinamiklerden de haberdar oldukları bir ortam oluşturmaktı ve ben de bu profile uyuyordum. Enstitü’nün gelmiş geçmiş ilk ve tek Türk öğrencisiydim, hala öyleyim. O yüzden Türk olmam sebebiyle o toprakların önceden yönetildiği devletin torunu olmam sebebiyle bence programın yapısına çok da uyan bir adaydım. Ardından benimle görüşmek istediler ve mülakat süreci gerçekleşti. Dediğim gibi o esnada Romanya’daydım. Sonra normal online eğitim başvurusunu gerçekleştirdim. Sağlık raporu, transkript, üniversite hocamdan referans mektubu aldım. İki kişiden referans mektubu aldığımı hatırlıyorum. Bu başvuru sürecinin ardından kabul mektubumu aldım. Kabul mektubumla birlikte vizemi aldım. Ardından da Tel Aviv’e uçtum.
-Mülakat sürecini biraz daha açar mısın? Filistin destekçisi birisi İsrail’in mülakatından geçebilir mi mesela? Ya da Filistin destekçisi olmak da bir yana Hamas’ın terör örgütü olduğunu kabul etmeyen birisi geçebilir mi İsrail’in mülakatını? Mülakatta bunlara da değiniliyor mu?
Elif Yıldırım: Enstitü programına aynı zamanda Filistinliler de davet ediliyor. Batı Şeria’dan, Gazze’den, Ürdün’den Filistinliler davet ediliyor. Normal şartlarda birbirlerinin atalarını öldürmüş veya da başlarına asker dikilmiş kişilerin Enstitü içerisinde birlikte diyalog yoluyla, oryantasyon yoluyla aslında bir bakıma iletişim ortamının sağlanması neticesinde gerçekten rahat ve huzurlu hissedecekleri bir ortam oluşuyor. Her ne kadar akıllarının bir tarafında sürekli cayır cayır bir şeyler yansa da.. Bunun için o politik ortam da oluşuyor. Peace building (barış inşası) dediğimiz oturumlarla 3 saat boyunca biz Filistin ve İsrail arasındaki çatışmayla ilgili konuşmalar gerçekleştirdik ve bu konuşmalarda Filistinli, Filistinli tarafından ; İsrailli, daha önce hiç karşılaşmadığım şekilde bir İsrailli tarafından bölgenin hikayesini anlattı. Yahudilerin bakış açısına hakim oluyorsun, onlar da kendi bakış açılarına göre anlatıyorlar meseleyi. Şu anda gündemde de hep duyduğumuz gibi Yahudilerin bir daha vatansız kalmayacaklarına dair verdikleri savaşın tezlerini öne sürüyorlar. Filistinliler de yaşadıkları mağduriyeti “Bize hayvan gibi davranıyorlar.” diye ifade ediyor. Bu şekilde birbirlerini dinliyorlar. Dinlemek çok önemli bir şey. Dinlediğin zaman aslında Savaş Sanatı kitabında da geçiyor: Dinlense insanlar; birçok savaş, birçok kavga olmaz. Gerek aile gerekse büyük
devletler arasındaki kavgalar gerçekleşmez. Masada çözülse iletişim becerileriyle, sahaya aslında gerek kalmaz. Devletler arasındaki büyük kopukluklar da aslında hiç iletişimin olmaması sebebiyle gerçekleşiyor. İsrail’de şu anda da İsraillilerin ve Filistinlilerin oluşturduğu birlikte yaşamanın mümkünlüğüne dair birçok yürüyüş, etkinlik ve grup var. Ama bunlar devletin desteğini görmediği için genelde marjinal gruplar olarak kalıyorlar.
-Gerçekten Hamas destekçisi olan ve bunun bilindiği bir Filistinli de programa alınıyor mu yoksa İsrail destekçisi olmasa bile daha ılımlı bir yerde olan Filistinliler mi tercih ediliyor? Yoksa bunların hiçbiri önemli değil mi? Sadece kişinin eğitimine mi bakılıyor? Özetle, öğrenci alım kriterleri yalnızca ehliyet odaklı mı yoksa kişinin ideolojisi de buraya kabul sürecinde etkili mi?
Elif Yıldırım: Teknik anlamda alacakları öğrencinin etki gücüne bakılıyor diyebiliriz. Bizde AB projelerine veya devletimizin tarım kalkınma projelerine alımda sürdürülebilirliğe dikkat ediliyorsa nasıl, biz bu öğrenciyi kabul ettikten sonra bunun bize geri dönüşü ne olacak, bu öğrencinin etki alanı nedir ne kadar geniş olacak diye düşünülüyorsa bu eğitimde de alınacak gençlerden beklenen şey öğrencinin gelecek vadetmesidir. İngilizce’nin tabii yeterli olması gerekiyor çünkü eğitimin dili İngilizce. İdeolojik olarak; bunun adı Hamas olsun veya olmasın.. Onun yaptığı şeyi zaten bir yerde bütün Filistinliler istiyor. Herkesin doğumdan ölene kadar hayatının her alanının işgal edildiğini düşün. Buna zihinler de dahil. Ekonomi de aynı şekilde. Günaşırı ölümler gerçekleşiyor. Bunun yanında insanların psikolojisiyle de oynanıyor. İşgal psikolojisi sadece ölümlerden ibaret değil. Yolda yürürken nasıl yürüdüğün, kiminle yürüdüğün, çantanda ne taşıdığın. Nereye doğru gittiin, nereden geldiğin, kiminle birlikte yürüdüğün.. Bunların hepsi önem arz ediyor böyle bir coğrafyada. Ben başka savaş coğrafyalarında da yaşadım. İsrail’deki kadar kötüsünü görmedim. Durum böyle olunca Hamas’la bir bağlantı kurmaya gerek yok, zaten insanlar Yahudilerden kurtulmak isterler. Daha doğrusu Siyonist rejimden. Karşı olunan şey bir hükümetin, rejimin uygulamaları. Bizim programa alınanlar arasında da Yahudilerin bulunduğu ortamda, yapılanlara küfredenler de vardı. Çünkü burada bazı şeylerin normalleştirilmeye çalışıldığı da açık. Sanki iki taraf eşitmiş gibi, aralarında bir çatışma bir savaş varmış gibi. Bu açık bir işgal ama.
-Şöyle bir ifade kullandın: “Ben birçok savaş bölgesinde bulundum ama İsrail gibisini görmedim.” Neden? İsrail’i bu konuda olumsuz anlamda bu denli birinci sıraya koyan neydi? Bu cümleni biraz daha açarak somut örneklerle ifadelendirir misin?
Elif Yıldırım: Nasıl yaşadığın, üzerine ne giydiğin, nereye gittiğin, nereden geldiğin, çantanın içerisinde ne olduğu.. Bunların hepsi önem arz ediyor ve ben Türkiye’ye döndüğümde şunu söylediğimi hatırlıyorum: Yolda yürümek ne kadar kolaymış.. Yani yolda yürümek.. Ne kadar kolay bir şeymiş! Ben bunu biraz da başörtülü biri olarak söylüyorum. Bunu herkes hissedemeyebilir. Bir erkek hissetmez mesela. Şöyle bir şey yaşamıştım: Bir gün Kudüs’e okul gezisi düzenledik. O dönemde de tam mezuniyete yakın zamanlarda annem gelmişti. Annem fotoğraf çekmek istediği için otobüsün en önüne oturmuştu. Ben de onun yanına oturmuştum. Enstitü’deki tek başörtülü de bendim. Bir de Filistinli bir kız vardı, o sonradan başörtüsünü açmıştı. Kudüs’ün girişinde check point’ten (kontrol noktası) geçiyoruz; otobüsü durdurdular, kenara çektiler. Normalde hiç beklenmedik bir şey yani. Sen eğer bir Yahudi
olsan hiç durdurmaz, devam ettirir, Yahudi plakası bulunduğumuz araç zaten. Kenara çekildi, otobüse binildi, şöyle bir yüründü. Benden itibaren çoğunluğun Yahudi olduğu -Hıristiyanlar da vardı da çoğunluk Yahudiydi- ortaya çıkınca indiler ama otobüs durunca ben şöyle dedim: Ayrımcılık bu işte. Açık bir medeniyette başörtülü başörtüsüz ayrımları tartışılacak şeyler değil. Bizim medeniyetimizde hiç söz konusu olmuş şeyler değildir. Biz diğer milletlerin ve insanların dinini yaşamasından yanayızdır. Ama sen kırar dökersen insanların da buna bir karşılığı olur ve sen de eğer güçlü olansan, buna karşı nasıl bir tepki vereceğine dair bir medeniyet geliştirmediysen şiddet gösterirsin. Otobüsü kenara çekip benim dışımda çoğunun Yahudi olduğunu öğrendiklerinde otobüs devam etti ama insanlara güzel bir örnek oldu otobüsün durdurulması. Sadece başörtülü olduğum, sadece Müslüman bir profile sahip olduğum için gördüğüm muameleyi Amerika’dan gelenler, başka birçok yerden gelenler, bütün öğrenciler fark etmiş oldu. Böyle bir örnek verebilirim.
-İsrail’de aldığın eğitimin niteliği hakkında ne düşünüyorsun?
Elif Yıldırım: Orada 6 ayda aldığım eğitim kendi üniversitemde aldığım daha uzun soluklu eğitime göre çok daha kaliteliydi diyebilirim. Öğretmenlerimiz Amerika’dan, İngiltere’den gelen Yahudilerdi genel olarak, Müslümanlar da vardı ama Avrupa eğitiminden ya da Amerika eğitiminden geçmiş öğretmenlerdi. Bilgiyi birinci elden dinliyorsun. Neyi nasıl yapman gerektiği çok belliydi, çok netti. Çok zorlandığım zamanlar oldu ama yeterince çalıştığım zaman başaracağıma dair bir bilincim vardı. Süreç muğlak değildi, gerçekten senin çabana bakıyordu. Ne kadar çalıştıysam da olmadı, diyebileceğim bir durum yoktu. Nitekim ben de ortamdaki tek Türk ve Müslüman imajına sahip tek kişi olarak epey ter döktüm ve çok yüksek puanlarla mezun oldum. Puanım galiba yüz üzerinden seksen dokuzdu. Benim üniversite puanım o kadar değildi.
-İsrailli arkadaşların Gazze ve Filistin hakkında neler düşünür, neler söylerlerdi? Bakış açılarındaki faklılıkların temel sebepleri neydi?
Elif Yıldırım: Bunlarla ilgili güzel örnekler var. Mesela birkaç arkadaşım İsrail ordusunda görev almayı reddetmişti. Bir tanesi deli numarası yaparak görevden kendini men ettirebilmişti. Bir tane Amerikalı Yahudi vardı. Büyük Dönüş Yürüyüşü’nde ailesi Amerika’dan onu aramıştı. Ailesinin tamamı Yahudi olan bir arkadaştı. Annesi, “Orada güvende misin?” diye sormuş. Çünkü Gazze bize yakındı, çok uzak mesafede değildi. O da “Ben güvendeyim ama birçok insan değil.” diye cevap vermişti. Annesi telefonu yüzüne kapatmış böyle söyleyince çocuğun. Bugün şu anda da Gazze’den bir arkadaşımızın çıkabilmesi için Enstitü’den bazı arkadaşlar kampanya başlatmış. Çünkü Avrupa’dan bir burs kazanmış okumak için. Oradan çıkabilmesi için para topluyorlar. Çocuk çıksın da oradan, eğitimine devam edebilsin diye. En son geçtiğimiz mayıs ayında bölgeye gittim. Enstitü’den eğitim almış bir kız, Amerika’nın IDF (İsrail ordusu)’e yaptığı mali desteği kesmesine dair bir konuşma yapmıştı.
-İsrail’de günlük hayat nasıldı? Türkiye’deki günlük hayatla benzerlik ve farklılıkları neler?
Elif Yıldırım: İnan Sena, insan her yerde insan. Olaylara tepkileri, hayatlarında bir seviyeyi yakalamak için verdikleri savaş.. Bunlar değişmiyor. Bazı genel geçer şeyler var, dünyanın bir
ucunda da bu böyle. Mesela alçak gönüllülük gibi, fedakarlık gibi, güven hissi gibi.. Değişmeyen şeyler var. Onlar da insan. Dedim ya insanlar iletişim kurmayınca gerek ikili ilişkilerinde gerekse devletlerarası ilişkilerde savaşlar çıkıyor. İletişim kurunca bakıyorsun ki yani sadece kültürel farklılıklar var. Hıristiyan da Müslüman da Yahudi de yalan söyleyebiliyor, hırsızlık yapabiliyor. Bunu söylemek bir Müslüman olarak benim ağrıma gidiyor ama oluyor. Hıristiyan’a da onun dini aldatmamasını söylüyor ama o da aldatıyor. Müslüman’a da söylüyor. İşte burada ne kadar dindar olduğun filan ön plana çıkıyor. Bunun dışında karşılaştırma yapmak da çok doğru bir şey değil bence. Ben bundan biraz uzak kalmaya çalışıyorum. Enstitü’deyken kendimi mutlu hissediyordum. Orada farklı arkadaşlarımızla birlikteyken hakkaniyetli davranıyorlardı cidden. Gerçekler sürekli yüzümüze çarpıyordu. Mesela bir Yahudi bana Filistinlileri savunmak konusunda geri adım atmadığım için çok cesur olduğumu söylemişti. Arkamda duracağını söylemişti. Veya Afrika’dan bir Hıristiyan -gerçi çok sarhoştu ama- bana şöyle söylemişti: “Dünyayı kurtaracaksın.” Veya şu da güzel bir anıydı: Bir gün yine İsrail’in Filistinlilere yaptığı şeylerle ilgili çok ağlamıştım odamda. Gerçekten böyle zırıl zırıl bağıra bağıra ağlamıştım. Ağladıktan sonra yüzümü yıkayıp sildim ve dışarı çıktım. İsrail ordusunda senelerce görev yapmış David diye bir çocuk vardı. Ona şöyle bir soru sordum. O esnada kampüs içerisinde lastik gibi bir şeyin üzerinde yürüyor, hareketler yapıyordu. Ben de David dedim, Seçilmiş ırk olduğunu düşünüyor musun? “Ben mi?” dedi. “Hayır düşünmüyorum. Bence sen benden daha seçilmişsin.” Şimdi ben bir Müslüman olarak bunu hissetsem bile birine söylemekte gerçekten zorlanırım yani. Bilmiyorum bu neyden kaynaklı. Belki muhafazakarlığımdan kaynaklı veya eskiden kalma bir ötekileştirme alışkanlığı.. Bir Yahudi bunu bu şekilde rahatça söyleyebiliyor. Sosyal anlamda hakkaniyetli tarafları var. Bunlarla karşılaştığımı söyleyebilirim. “…..Ama Yahudilerin birçoğu devlet politikası itibariyle İsrail’de seçilmiş ırk olduklarını düşünüyorlar. Devletin politikası bu yönde. Medya da bu yönde çalışıyor. “ dedi. Bunun dışında sosyal ilişkilerimde başka bir örnek; ben Kudüs’te yürürken yol sorduğum bir Hasidik Yahudisi benden uzaklaştı ancak Ağlama Duvarı’nın kenarında, Buradan Mescidi Aksa’ya nasıl gidebilirim? diye sorduğum bir başka Hasidik Yahudisi bana kestirme yolu da gösterdi. İnsan her yerde insan. Biz tek bir bakış açısıyla bakıp iletişim kurmadığımızda ya da devletlerimizin politikası itibariyle bazı şeylere yaklaştığımızda bu bakış açısını gözden kaçırabiliyoruz. Peygamber Efendimiz (sav) de komşusuna 40 kere gitmiş, 41 kere gitmiş, İslam’a davet etmiş ama canına, malına, ırzına veya dinine laf uzatmadığı el uzatmadığı müddetçe onun yaşantısına saygı duymuş. Bunlar çok ince şeyler. Bunlar aslında bizi kurtaracak şeyler. Aslında bunlar Osmanlı medeniyetinin kurduğu medeniyet sisteminin temelleri. İslam hukukundan gelen şeyler. Ben millet sistemi üzerine araştırma yapıyorum. Daha doğrusu Osmanlı’nın birçok milleti huzur içerisinde nasıl yaşattığına dair örnekleri araştırırken millet sistemiyle karşılaştım. Bunun için II. Mehmet’ten (Fatih Sultan Mehmet) itibaren kurdukları bir sistem var. Üç ayrı cemaat kurmuş: Müslüman cemaati, Hıristiyan cemaati.. Hıristiyanlar Katolik, Ortodoks ve Ermeni olarak ayrılıyorlar. Bir de Yahudi cemaati. Adı millet sistemi olmasına rağmen o zamanlar millet diye tanımlanan şey aslında dinlermiş. Dinler üzerinden o cemaatlerden vergiler toplanıyor. Cemaat liderleri devlet görevlisi. Düşünsene, “Ben burayı fethettim, bundan sonra Müslümanlar burada yaşayacak. Benim milletim, Türk olanlar burada yaşayacak, Türk olmayanlar gidecek.” Bu yok. Bu
şekilde imparatorluk olamazsın zaten. Gayrimüslimlere muameleler “Dinde zorlama yoktur.” düsturuyla İslam hukukuna dayanarak ortaya çıkmış.
Sosyal hayatta bana laf atanlar da oldu. Biz Kibbutz’da yaşıyorduk. Kibbutz; kendi kendini ekonomik olarak döndürebilen, biraz sosyalist ideolojiyle kazandığını hep birlikte harcayan, çiftlik tarzı bir yaşam alanı. Hurma ağaçlarından en büyük geliri elde eden bölge Kibbutz’du.
Bir gün öğrenci yemekhanesinde bir kadın bana İbranice bir şeyler söyledi. Ben de anlamadım. Anlamadığımı söyledim. Yine bir şey söyledi İbranice. Ben de tekrar anlamadığımı söyledim. Sonra İngilizce olarak bana “Bir gün öğreneceksin.” dedi. Tehdit etti yani. Bu olayı haftalık toplantılarımızda ifade ettim. Mesela başörtülü olmam sebebiyle hiç iletişimde olmadığım birinin bana böyle yaklaşması.. Bu yaşadığım zorluktan dolayı Enstitü’de beni alkışlayanlar olmuştu. Sonra ben bu kişinin kim olduğunu gösterdim. Enstitü’dekiler göstermemi istemişlerdi.
Kamerun’da Irak’tan geldiğimi öğrenen biri “Orada savaş yok mu?” dedi. Ben de dedim ki: Irak’ta Kamerun’dan farklı hiçbir problem yok. Rüşvetse rüşvet, kaynakların Fransa’ya Avrupa’ya akıtılması ise akıtılması.. Millete yatırım var mı? Yok. Dedim ki, Onlar sadece sizden farklı olarak bu duruma başkaldırıyorlar. Buradakiler kaldırmıyorlar. Burada hiçbir şey yapılmıyor. O yüzden burada çıkmıyor çatışmalar dedim. Bu çok ilginç bir şey bence. Burada mesela bakıyorsun ders kitaplarında Kamerun’a gelen ilk misyonerler var. Böyle cumhurbaşkanı gibi sıralanıyor isimleri, 6-7 tane isim. Bir yerde heykelini dikmişler. Misyonerlerin Kamerun’a neden geldikleri anlatılıyor kitaplarda. Gerekçelerden bir tanesi olarak kendi ürünlerini satmaları, pazar arayışı için diyor. En kötü gerekçe bu yani düşün! Kültürünü, dinini öğretmek için diye sebepler var. Ama mesela Irak’ta çatışma nasıl ortaya çıkıyor? Sen diyorsun ki: Hayır, ben benim vergilerimin başka bir ülkeye akıtılmasını istemiyorum! Topraklarımız zengin, biz Mezopotamya’dayız. Peygamberlerin yaşadığı, Babil’in asma bahçelerinin bulunduğu, tarihsel olarak da kültürel olarak da çok köklü, çok zenginiz. Bir de petrolümüz var. Maddi olarak da çok zenginiz. Bunların dışarıya akıtılmasını istemiyoruz. Devlet de bunu dinlemiyor, benim menfaatim var diyor. Ya da demiyor, yokmuş gibi yapıyor, insanlar da buna başkaldırıyorlar. Bunun için gruplar oluşturuyorlar. Böylelikle Irak, devrimler ülkesi olarak anılmaya başlıyor. Sürekli devrim oluyor ülkede. Bu gruplaşmalar büyüdükçe dikkat çekmek için patlamalar, suikastler gerçekleştiriyorlar. Bazı şeyleri ayırmak gerekiyor. Çünkü politikacıların yaptıkları şey insanlara istediklerini yapabilmek için kavramları birbirine katmaktır: İsrail’in yaptıklarına karşı çıkanların antisemitizmle suçlanması gibi. Kavramlar birbirine karışırsa sen gerçekten bir peygamberin bile müdahale etmediğine müdahale edecek kadar yanlış yollara sapabilirsin. Bu yüzden bunu ayırmak ve dikkatli olmak gerekiyor. Bilinçlenmek gerekiyor.
-Türk kimliğin öğrenildiğinde İsraillilerden ne tür tepkiler alıyordun?
Elif Yıldırım: Birkaç örnek verebilirim. Bir tanesi ön yargının ne kadar yanlış bir şey olduğundan bahsetmeye çalışan lezbiyen birinin yaptığı konuşmaydı. Bir kadın olmasına rağmen erkek davranışları sergiliyordu. Herkese saygı duymakla ilgili olarak enstitüye konuşma yapmaya gelmişti. Geldiğinden beri aramızda karşılıklı negatif bir enerji vardı. Ekibin karışık bir grup olduğunu biliyordu. Başörtülü tek kişi bendim. Ön yargı kelimesinin
üç dilde de -İngilizce, İbranice ve Arapça olarak- söylenmesini istemişti. İbranice’yi birinden aldı, İngilizce’yi birinden aldı. Sonra Arapça için de bana döndü. Önyargıdan bahsederken benim Arap olmadığımı düşünemedi. Sadece başörtülüyüm diye böyle düşündü. Ertesi gün eşcinsellikle ilgili yine başka bir oturum vardı ve eşcinsellikle ile ilgili bir konuda örnek verdi. Sonra ben de söz hakkı isteyip söylediğiniz şeyler insanların dış görünüşleriyle ilgili hiçbir yorumda bulunamayacağımıza dair, güzel bir kız gördüğümüzde ne kadar da güzelmiş diyemeyeceğimize dair muğlak şeyler içeriyor demiştim. Dün böyle bir durumun olduğundan, her dilde ön yargı kelimesinden bahsederken sadece başörtülü olduğum için, yani dış görünüşüme bakarak benimle ilgili bir ön yargıda bulunduğunuz için benden Arapça ön yargı kelimesinin ne demek olduğunu bilmememe rağmen söylememi istemiştiniz. Yani bu çok insani bir şey, diye cevap vermiştim. Sonra çıkışta beni tebrik edenler olmuştu. Böyle bir şey yaşadım. Bunun dışında Türk olduğumun bilinmesiyle ilgili bir tane daha örnekten bahsedebilirim. Şunu merak ediyorlar: “Osmanlı döneminde biz nasıl mutlu yaşadık? Biz nasıl huzurlu yaşadık?” Bunun cevabını veremiyorlar. Bunun cevabını bulamıyorlar çünkü bizim medeniyetimizden ve İslam hukukundan uzaklar. Bunun cevabını arıyorlar ama. Bu yüzden akademisyenler ya da peace-maker (barış yapıcı) katılımcıları gibi bunun cevabını duymaya hazır olanlar -çünkü herkes bunun cevabını duymaya hazır değil- öğrenmek istiyorlar bunu. Bunun dışında Osmanlı’dan eski belgelerin okunması için Osmanlıca bilinmesi gerekiyor. Bununla ilgili veya bu coğrafyanın tarihi ile ilgili bölümlerde Türkçe bilinmemesinden kaynaklı büyük bir açık var. Aslında Türkçe bilen, Osmanlıca bilen birinin o kaynaklara hakim olabilmesi şu anda İsrail’deki üniversitelerde oldukça avantaj sağlayabilecek bir ayrıcalık. Mesela ben de eğer orada bir yüksek lisansa filan devam etmek istersem bu alanda yaparım diye düşünüyorum. Bununla ilgili bir teklif de almıştım. Onlar birazcık tarihlerini incelediklerinde birbirimizle çok ortak yönümüz de çıkıyor. Fiziksel olarak da birbirimize benziyoruz aslında bence. Araplardan daha çok Yahudilere benzediğimizi söyleyebilirim fiziksel olarak. Benim geçtiğimiz mayıs ayında orada bulunduğum dönemde, akademiye burada devam etsem nasıl olur diye konuştuğumuz bir arkadaş ortamında biri şey dedi, bizim akredite olduğumuz bir üniversitede yine yüksek lisans programları olduğunu -bu arkadaş Yahudiydi- kendisinin de bu bölümlerden bir tanesinde okuduğunu ve eğer bu alanda çalışmak istersem öğretim görevlisi olan öğretmeniyle konuşabileceğini söylemişti. Ben de sürekli yurtdışında olduğum için bunu bir türlü değerlendiremedim ama bence değerlendirmeye değer bir fırsat olarak burada imkanı olan gençlerle paylaşmak isterim.
-İsrail, göç araştırmaları açısından çok önemli bir toplum. Çünkü nüfusunun neredeyse tamamının yakın bir zamanda dünyanın birçok farklı yerinden göçle gelmiş halklardan oluştuğu bir ülkeden bahsediyoruz. Peki bunun pratikteki yansımaları noktasında gözlemlerin neler?
Elif Yıldırım: Zaten aliyah diye bir olay var. Dünyanın çeşitli yerlerindeki Yahudilerin İsrail’in kurulması için öncelikle illegal yollardan Osmanlı topraklarına gelmeleri ardından da bunların sayılarının artması itibariyle devlete hakim olmaları. Ben Rusya’dan gelen aliyah yapmış biriyle tanıştım. Genel olarak bunları bir arada toplayan bir platform oluyor. Burada iş, dil sağlamak gibi gönüllülük faaliyetleri yapılıyor, İsrail’e gelsinler diye imkan lar sağlanıyor. Bunun için bunlar zaten gelir gelmez bir platformda birleşiyorlar. İsrail’in
kurulmasına karşı olan, seneler boyunca Osmanlı hakimiyetinde yaşayan Yahudilerden de bir tersine göç gerçekleşmiş. Benim arkadaşlarımdan bir tanesinin savaşlar filan başlayınca Kudüs’ten -ailesi 8-10 kuşaktır buradaymış- dedesi çıkıp gidiyor. Şu anda Amerika’dalar mesela. Yüz yıl önce biz bu çocuğun dedesiyle aynı devletin vatandaşıymışız ama Amerika’ya gitmiş mesela. Veya da çok yakın bir tane arkadaşım Irak Yahudilerinden. Ben biliyorum Irak’ta önceden Yahudiler varmış. Artık yok gibi neredeyse. Evleri boşaltılmış hala Yahudi evi oldukları belli. Bana göstermişlerdi, böyle havra tarzı bir mimarisi var Irak’taki Yahudilerin evlerinin. Şu anda Müslümanlar kalıyor. İşte o zamanlarda İsrail’in kurulduğu dönemlerde Filistin’de yaşanan şeylere istinaden Iraklıların Irak’taki Yahudilere uyguladıkları baskılardan ötürü kendileri de İsrail’e gitmişler veya başka yerlere. Veya Fas’tan gelen vardı. Avrupa’dan Amerika’dan gidip gelenler vardı. Eğitim amaçlı gelebiliyor bu insanlar. Bizim Erasmus gibi. Başka ülkelerde bir dönem boyunca eğitimine devam edebilirsin, çocuk da Yahudiyse İsrail neden seçmesin? Bunun için başka fonlar da var. Kimisi de Kibbutz’da gönüllülük faaliyeti gerçekleştiriyor. Herkes eğitim için gelmiyor. Herkes akademik anlamda ilerlemiyor. Ama bizim enstitümüzde dünyanın farklı yerlerinden gelen veya eğitimini tamamladıktan sonra İsrail’de devam etmek için de bir yol arayıp gönüllü olarak orada çamaşır bulaşık yıkayan, ya da bunun gibi başka faaliyetlerde bulunan gençler vardı. Orada durmaları için fırsatlar var. Orada sadece gönüllük faaliyeti gerçekleştiriyorlar, yeme içmeleri karşılanıyor. Bu bir mozaik. Birlikte yaşama tecrübesi kültürü de zengin kılıyor. Amerika’dan gelen Yahudi, tabii ki maddi olarak daha büyük bir üstünlüğe sahip olduğu için American Jew (Amerikalı Yahudi) diye bir kavram ortalarda dolanıyor. Mesela Afrika’dan, Etiyopya’dan gelenlerin çok bir itibarı yok. Zaten bunlar şu anda İsrail içerisinde de ikici sınıf insan muamelesi görmesi itibariyle ayrı bir gündem oluşturuyor. İsrail’de Yahudilerin kendi aralarında “Kim daha Yahudi?” bölünmeleri var. Dışarıdan bir müdahale değil de kendi içleriyle bölünmenin gerçekleşebileceğine inanan insanlar da mevcut bu anlamda.
-Günlük İslami rutinleri gerçekleştirirken zorluklarla karşılaştığın durumlar oldu mu?
Elif Yıldırım: Olmadı. Bulunduğumuz yer olan Kibbutz içerisinde iki tane Yahudi benimle namaz kılmak istemişti. Birlikte namaz kılmıştık. Yan yana namaza durduk. Ben biraz sesli okudum. Onlar da bulundukları coğrafya itibariyle Arapça biliyorlar. Söylediklerimi Arapça olarak tekrar etmiş, ben ne yapıyorsam onu yapmışlardı. Başka bir kişiyle daha kılmıştık. Böyle tecrübe olsun diye böyle bir şey yapmıştık. Bunun dışında oruç tutmuştum. Bu da normal çünkü ilk gelen Türk ben olsam da başka Müslümanlar da geliyordu enstitüye. Filistinler filan geliyor. Bir keresinde ben bir gaf yapmıştım. Cuma günü akşam şabat yemeğinde bizim Divan Derneği’nin online toplantısına katılmıştım. Şabatta elektrikli alet kullanılmıyor. Biraz ayıp etmiştim. Sonradan fark etmiştim. Böyle baya sesli sesli telefondan ben toplantı dinliyorum şabat yemeği esnasında. Kimse de bir şey söylemedi, sonradan birisi fark ettirmişti. Böyle bir şey olmuştu. Bunun dışında, Mescidi Aksa’ya girerken müdahale oluyor. İsrail askerlerinden bir tanesi “bayrak” diye sormuştu bana. Türkçe olarak bayrak kelimesini öğrenmişler. Türkler sürekli bayrakla Aksa’ya girdiği için. (gülüyor) Bir keresinde de kolumda çanta vardı. Bunun içerisini açıp dökmüştü. Baya açıp, her şeyi dökmüştü. Ben bakıyorum böyle, her şeyi içeri geri koyacak mı diye. O hiç oralı olmadı, koyması gerektiğini filan da düşünmedi. Başka bir tane asker buna tepkili baktığımı görünce o kendisi koymuştu.
Ama diğeri hiç fark etmemişti bile. Davranışlarımı gözlemlediğini fark etmiştim. Ben de teşekkür edip ayrılmıştım sonunda. Ülkede zaten Müslümanlar var. Kudüs zaten camisiz bir yer değil. Orada zaten bizim ecdadımızın bizden öncekilerin yaptırdığı camiler var. Abdest alma yerleri de camilerde var. Normal tuvaletlerde de abdest alınabilir. Enstitü’de ibadethane olarak sadece havra vardı. Ramazan döneminde cemaat yaptık kampüsün bahçesinde. Bunun dışında herkes kendi odasında namaz kılabiliyordu. Seccadeni alıp açık havada da kılsan kimse bir şey demezdi ama bir enerjinin toplandığı kesin tabii. Sen sadece Allah’la baş başasın ama bir yandan da orada durmanın verdiği yoğun bir enerji var. Bu yorucu bir şey. Tel Aviv Ben Gurion Havalimanı’nda da abdest alıp namaz kıldım. Bunlar insanların bakışları itibariyle sende ağır bir yüke sebebiyet veriyor. Belki imanımız daha yüksek olsa kuş gibi hafif hissederdik.
-İsrail’de esasen Arap ve Müslüman olan ancak İsrail vatandaşlık kimliği taşıyan kişiler de var. Sayıları Yahudiler kadar yüksek olmasa da bu insanlar da İsrail vatandaşı. Arap ve Müslüman olan İsrail vatandaşları ile Yahudi olan İsrail vatandaşlarının iletişimlerine dair gözlemlerin oldu mu?
Elif Yıldırım: Evet. Orduda görev yapan Müslümanlar olduğunu bana Yahudi bir asker söylemişti. Ben de, Onlar ne çeşit Müslümanlar bilmiyorum, demiştim. (gülüyor). Bunun dışında İsrail kimliği taşıyan ve Yahudi olan kişiler arasında da Filistinli gibi düşünenler var. Yani her türlü insan var. Bununla birlikte Dürziler de var. Dürziler kimine göre Müslümanlığın bir mezhebi. Ama Dürziler öyle kabul etmiyorlar. Biz bir Dürzi köyüne gitmiştik. Kendi kitapları var ve kitaplarını sadece kendi cemaat liderleri okuyabiliyor. Başka kimse okuyamıyor. Kendilerinin Müslüman olduğunu kabul etmiyor ve İsrail ordusunda da görev alıyorlar.
-Türkiye’nin İsrail’deki yumuşak gücü ne durumda?
Elif Yıldırım: Bizim orada Yunus Emre Enstitümüz çok aktif bir şekilde Kudüs’ün çok merkezi bir yeri olan Selahaddin caddesinde hizmetlerine uzun senelerden beri devam ediyor. Aynı zamanda İbrani Üniversitesi’nde de Osmanlıca okuyabilmek ve bölge tarihini anlayabilmek için Türkçe dersler veriliyor. Bunun dışında TİKA’mız var. TİKA’nın Türkiye’ye büyük desteği var. Yakın zamanda bir Antalya Diplomasi Forumu’nda Filistin Dışişleri Bakanı geldi ve Türkiye’nin Filistin’e desteklerine müteşekkir olduklarına dair bir konuşma yaptı. Orada çalışmalar itinayla sürüyor. Bütçe ayrılıyor. 7 Ekim’den sonra İsrail sınırlarında çalışan Gazzelilerin Gazze’ye geri dönebilmeleri için çalışmalar gerçekleştirdi TİKA. Aynı zamanda bu süreçte Batı Şeria’da saklanan Gazzeliler spor salonlarında kaldılar. Onlara giysi, yiyecek vs temin edildi TİKA tarafından. Şu anda da TİKA Gazze Koordinasyonu; yiyecek imkanları, gıda paketleri sağlıyor. Bugünlerde de Gazze’deki tek kanser hastanesi patlatıldı İsrail ordusu tarafından. (Bu hastane Türkiye tarafından yaptırılmıştı). Gazze’de bundan birkaç sene önce Türkiye’nin inşa ettirdiği evler vardı. Görmüşsünüzdür, bir tane kadın mutfak dolaplarını filan açıyor, hayranlıkla bakıyor. Ben o görüntüyü hatırlıyorum. O evlerden de eser kalmadı. Kızılay ulaşmaya çalışıyor. Şu anda ne durumda bilmiyorum ama operasyonlar başladığından beri Kızılay’ın da orada bir etki gücü var. Mısır Refah sınırından öteye geçebildi mi bilmiyorum, yardımlara müsaade edilmediği
için. Türkiye Maarif Vakfı’nın orada kurulmak için bazı girişimleri oldu ama henüz sonuç vermedi. Çalışmalar devam ediyor. Şu anda Ramallah’ta TİKA’nın koordinasyon ofisi var. Kudüs’te yine merkezi bir yerde açılması için çalışmalar gerçekleşmişti. Ama sonuca erdirilemedi. Şu anda sadece bir taneyiz Gazze dışında. Stratejik olarak devletin ticari ortaklıkları filan da var ama ben o kısımları pek bilmiyorum, yumuşak güce daha yakınım. Türkiye’deki Yahudilerin de ayağının kesilmediğini biliyoruz İsrail’den. Savaş dolayısıyla bir tarihe kadar -tam bilmiyorum tarihi sanırım sonbahardı- Tel Aviv’den Türkiye’ye uçuş yok. Türkiye’den Tel Aviv’e uçuşlar ise Yunanistan üzerinden sağlanıyormuş. Soft power (yumuşak güç) olarak söyleyebileceklerim bu kadar.
-Tüm cevaplar için teşekkür ederim. Bugün daha ziyade röportaj metninin ana temasını oluşturan İsrail tecrüben üzerine konuştuk. Irak, Kamerun ve Romanya tecrübelerin üzerine de daha detaylı konuşmayı umduğum başka roportajlarda görüşmek dileğiyle.
-Rica ederim, ne demek. Tabii ki konuşuruz Sena.